30 Temmuz 2012 Pazartesi

Ackroyd'dan Muhteşem Bir Resital: Platon Günlükleri


MonoKL Yayınları

Edebiyat

YERALTINA BİR YOLCULUK
PLATON’UN DAVASI VE SÜRGÜNÜ

“PLATON GELECEKTE YARGILANIYOR”

PETER ACKROYD

PLATON GÜNLÜKLERİ





ARKA KAPAK YAZISI

Bunu görüyor musunuz? Yaklaşın, kentliler. Buna kol saati denir. Bunu Köstebek mağarasından getirdim. Dinleyin. Bu işaretlere sayı deniyor. Şu dar metal şeridin nasıl da bir uyum dairesinin etrafında döndüğünü fark ettiniz mi? Bu, zamandır. Dokunmaktan korkmayın. Sihri yeniden canlandırılamaz. Ne amaca mı hizmet ediyordu? Bir evren yaratmıştı! Kenarlardaki sayıları inceleyin... Bunlar harikalar çünkü bir zamanlar dünyanın yapısını temsil ediyorlardı. Bir zamanlar bunun biçiminde modellenmiş koca bir evren vardı...

*


Kentlileri nasıl rahatsız etmiş olduğunu şimdi anladın mı?
Platon: Çocuklara yolculuğumu birkez dahi anlatmadım. Onları sadece soru sormaya ve cevapları aralarında tartışmaya çağırdım.
Yine o meşhur yolculuğunun bahsini açıyorsun. O halde kendi sorularımızı sormamıza izin var mı? Farz edelim ki Köstebek sakinlerinin önünde durup onlara karanlık ve küçük bir dünyada yaşadıklarını bildirdin? Bir mağarada hapis olduklarını. Sence seni alkışlayıp şükranlarını mı sunarlardı? Bu haberi verdiğin için minnettar olacaklarını mı düşünüyorsun? Hayır. Seni ahmak addedip küçümser ya da sahtekar addedip mahkum ederlerdi.


*

Demek doğmamışlar şehrini duydunuz. Fakat nerede olduğunu bilmiyorsunuz. Hepimizin gelmiş olduğu şehirdir fakat yeri ilginizi çekmiyor. Varlığınızın derin huzurunu bozabilir. Böyle mi deniyor? Evet mi? Varlığın derin huzuru.

29 Temmuz 2012 Pazar

Papini’nin “Söz”ü

İçine daldığı yolları çatallanan labirentte, tüm çelişkileriyle debelenen, her dehlizi yoklayan acılı ruhun  hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan yankılanan, kime verildiği bilinmeyen, ama illa tutulması gereken bir sözü vardır. Kime, neden, ne zaman verildiği bilinmese de, kesin etik anlamı vardır. Çünkü o ruh –henüz büyük olmasa da, büyük olmaya kendini yazgılayan o ruh–  hisseder ki gündelik ve sıradan bir yaşam için doğmamıştır; başkaları tarafından yapılamayacak bir şeylerin onun tarafından yapılması gerekmektedir. Tutulmadığı sürece hayatının üstüne abanan bu sözü yalnızlığında daha iyi duyar ve yalnızlığına çekilir, ama sözü başkalarına hatırlatmak da onun görevidir. 




O huzursuz ruh ki dünyanın efendiliğini ele geçiremeyip, kusursuz dünyayı düşüncede aramaya koyulur; bir kalabalık umarken daha da kaçıklaşan yalnızlığında kapandığı kalesinde çölü ve ağlayış gününü keşfeder, şeytanı evreni yaratıldığı hiçliğe geri yollamaya kışkırtır, sıradan adamlardan ruh dilenir, aşkı bulamayan Don Juan misali daldan dala, çiçekten çiçeğe hercai ve biçare saldırır, kendisini rüyasında gören birisinin uyanacağı şafak vaktini iple çeker, bir tren istasyonunda zamanı dondurarak ölüm için yaşamı, hayal için gerçeği, gelecek için şimdiyi kaybeden insanların budalalığına ve sefaletine hayıflanır, hem artık kendisi olmamak için zorbaca ve umutsuzca bir istekle yanarken  hem de artık kendisi olmasının imkansız olduğunu  anlayarak öfkelenir, daha o görmeden kapanan yolların, ikinci kez rastlayamayacağı yazgıların, hiç çözmediği sayısız şaçın, asla görmediği rüyaların yangınında olmamışa ağıtlar yakar, okuduğu şehrin bir köşesinde yapay kayalarla çevrelenmiş bir havuzun başında kendi gençliğini boğar, kendi hayatının romanını kaleme alan yazarı gözünü  kırpmadan ölüme gönderir, tüm insanların belleğinden bir anda silinip kim olduğu arar, binlerce yıldır konuşan sese cevap vermek için dilsizliğine son verir, varlığı dünyanın ritmiyle çakışsın diye hep yediyi gösteren bir saat gibi durup sabırla bekler, çimenlikte son yaz çiçeklerini toplayan kırmızı kıyafetli sarışın kız çocuğundan ölmeye hazırlanmak için yaşamayı öğrenir, nafile aşklar tarafından bunaltılıp zorlayıcı aşkıyla eziyet ederken hırsızlığa soyunur, özel çalıntı bir eser yaratır, bir yandan ölüme göz kırpar, bir yandan onu şiddetle kapı dışarı eder….




Ülkeden ülkeye, hayattan hayata, rüyadan rüyaya kaçarak insanlar arasında insan arayan bu kaşif, bu takipçi, bu öncü önce bölünmüş acı çeken benliğinde kendisinin peşine düşer. Verdiği sözü arar. İnsan yaşamının kıyısında durur, uzağı gören soğuk gözleri sezer, şiddetle arzulayan ve iğrenen kalbinin sesini duyar, dünyaya çarpmak üzere olan yırtıcı hayvan hırsındaki nefesi dinlenir…  Herkese kendi verdiği sözü hatırlatmaya uğraşır. 

Ey sevdiğim kardeşlerim, unutulmuş bir günde büyük bir söz veren var mı aranızda?        




28 Temmuz 2012 Cumartesi

Bir Yaşambilim - Papini'nin Evreninde

Papini ne istiyor -bizden? Sırtı sıvazlanmış bir dünya içinde yaşamak mı?

Daha çok ölümcül bir öksürüğe yakalanmış bir gövdenin sırtına vuruyor gibidir: çıkarsın diye içindeki zehirleri, ciğerleri sökülürcesine içi dışına çıksın ve temizlensin diye. Ne umutsuz bir çaba, ruhu kendisinden boşaltmaya, arındırmaya çalışmak. Papini, bunu bilmiyor değildi.






İşte burada "Neye İnanmalı?" geliyor önce ve ardından da "Kime İnanmalı?". Onun yazdıkları artık bir bilmenin, geçmişin ölçeklerinin ya da ölçütlerinin erişiminde değildir. Ona yön veren tutku, yaşamı başka türlü ele geçirme isteği olarak, göremeyeceği, duyamayacağı, tadamayacağı bir evreni yazmaktır. Bildiğini değil yaşadığını, yani inandığını yazar ve arayışına felsefecilerin metafizik tasarılarının yanıt veremeyeşini bu inançta, yaşam inancında hayal etmek gerekir. Bir tür yaşambilim kurma denemesi. Ruhun derinliklerindeki başka hayata ulaşma denemesi; kat kat derinlere inmek; yaşamın tüm olumsuz topraklarını göğe doğru fırlatmak ve yüzeyde biriktirmek eylemi.

Yazarın bu tuhaf biriktirme ve boşaltma eylemliliği içerisinde oluşunu biraz daha iyi düşünmek gerekecek belki de.

Edebiyatın özsel niteliği olan gerçekliğin kökenindeki hayal kapısını ardına kadar aralamak ve başlamak bitimsiz yolculuğa, diyelim. Gerçekliğin bir sonla mühürlemediği bir yolculuğa. İkili yolculuk olarak düşünelim şu an için.






İki derinlik elde etmek: Yüzeyden yukarıya yükselen yaşamsal toprak derinliği: biriken toprak kütlesi ve açılan yeni yaşamsal çukur, boşluk, yeni hayallerin boşluğu. O halde gerçekliği yerinden ederken; yazı ile yukarıya doğru yükselen bir toprak biriktirir Papini, gerçek biriktirir hayallere boşluk açmak için; edebiyatın temel söylemini, hayalin kökenini kavramak için. Böylece örneğin olumlu anlamıyla şizofrenin (Deleuze örneğineki Artaud gibi) yanı sıra gerçeklik takıntılı birisiyle de karşı karşıyayız. Bizden arkasına takılmamızı isterken, öte yandan da yaşamı biriktirişiyle, onu öylesine şiddetle reddetmesine rağmen, bizden de bir yaşam-biriktirmesi, tutkusu bekler. Bütün öykülerin, bezenmiş olduğu fantastik ögelere rağmen, ne kadar da gerçeklik ile ilişkili olduğunu gördüğümüzde bu bizi şaşırtmaz artık; her ne kadar bu gerçeklik, iğnelerle delinmiş, istim üstündeki bir gerçeklik olsa da. İşte bu nedenle, bu gerçeklik biriktirme ve gerçeklikte başka yaşamı araştırma, kazıp çıkarma çabası nedeniyle bir yaşambilimi diyoruz.



 Artaud


Bu bilimin inanç, tutku, duygulanım düzeyinde işliyor olması; onun çeşitli ilişkiler ağında belli başlı inançlarla ilişki kurmasını elbette beraberinde getirir ama Papini artık mevcut inanç biçimlerinin arayışına bir teselli veremediğinin, istediği başka hayatı sağlayamadığının ve ötesinde bu inançların insanları şiddete, adaletsizliğe ve kötülüğe bulaşmaktan alıkoymadığının ve kimi durumlarda bu inançların bu kötücüllüklerin gerekçesini oluşturduğunun farkındadır. Bilgilerin sonuna, inançların sonuna kadar giden ruhu, öteyi istemekten vazgeçmemiştir. Şimdi ile ilişkisini koparan bu söylemi nasıl adlandırmak gerekir?





Belki de adlandırma üzerine düşünürken; Papini'ye inanmalı derken ve biriken toprak kitlesine de inanmalı derken kime ve neye soruları bir ölçüde yatıştırılmış gözükecek ama şu soru kalacak: yaşamdan bu kadar uzakta ve yine de nasıl bu kadar yaşam arzusuyla, canlılık, hayat arzusuyla? Gerçekliği fantastik bir biçimde kazarken, yerin/ruhun içini boşaltmak ve gerçekten bir kule yapmak yeryüzünde toprakla ve topraktan çıkanlarla. Bu kule bir yaşambilim kulesi, gözetleme kulesi değil midir ve aynı zamanda tüm yaşamın kesintiye uğradığı bir tünelin aydınlık ucu değil midir? Aydınlık ama yaşamın kesintiye uğradığı; gözetleyen ama görüşü kesen, ufukla araya giren: Peki ama nasıl?
Bu sorunun bu düzlemdeki tek yanıtı bir addır, Papini adıdır...

Monokl Atölye - Volkan Çelebi

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Papini'yi Neden Sevdik?

*

Bizi tutturduğumuzu sandığımız yolun köşesinden çevirip ters-yöne doğru çektiğinde bile hiçbir pişmanlık duymadığımız için...




*

Yürürken artık görmediğimiz yansıtıcılardan, her yerden kaldırılmış aynalardan, sağa sola asılacak nesneler değil ama bir dünya yaptığı için...  Bize yazı yoluyla dünyanın derinliklerini ve insanların ele-geçirilemez sırlarını verdiği için...

*

Yazısı, biçemi, metafizikçilerin, düşçülerin, hayalperestlerin, düşünen ve tutkusuyla yaşayanların ruhlarını yücelttiği için...
 


*

Yazdıklarını okurken, kitabı kapatıp bir an durup bizi düşünmeye, muhasebe yapmaya sevk ettiği ve bizi yazının hedefi olan dünyaya kendi kendine ittiği ve bu ayrılığa gücenmeyip, bunu özendirdiği için.

*

Karakterlerinin gerçekliğinden ve olayların yaşanmışlığından, gerçek oluşundan hiçbir şüphe duymadığımız halde, yine de anlatılanların "başka bir dünyaya" ait olduğunu hayal ettiğimiz için...

*

Aşk, ölüm, ruh, suç, ceza, tutku, arayış, bilgelik, inanç ve çile gibi tüm zamanların sorunlarını hiç öyle sonsuz zamanın çözülemez mirasıyla değil ama sanki yalnızca şimdinin nimetleriyle sergilediği için...  En küçük zamanda, en büyük sorunları bize verdiği için.






*
İki türlü körlüğü daha iyi ayırt etmemizi sağladığı için. İlk körlük: dünyaya tamamen katılmanın, onun oluşlarına kapılmanın getirdiği kara-renk. İkinci tür körlük: Papini'ninkisi gibi, yazma uğruna edinilen körlük, dünyayı gördüğü için değil görülecek farklı bir dünya yarattığı ve mevcut dünyayı reddettiği için... Onu görerek onu onaylamayı şiddetle yadsıdığı için...

*

Ve tüm o ince korku, tüm o ince deha ve büyük üslup ipliklerini yalın, çarpıcı ve anlaşılır cümlelerle örerken, bize sonsuz bir yakınlıkta, bize dokunur gibi olduğu için... Karşımızda hep öylece durduğu ve hiç gitmediği için...


*


Ve hepsiyle birlikte biraz sisli bir ruhu olduğu için... Şeffaf olduğu kadar zamanı, mekanı geçirmeyen: ölümsüz... ruhu için...






Monokl Atölye

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Asma Köprü Olarak Yazı: Papini'nin Arayışı

Huzursuz bir ruh nedir bilir misiniz? Arayışı sonsuz olan, yaşamı: sınırsızca başka türlü yaşamı isteyip de kavuşamayan ruhtur. Gerçeklik ile hayal, istenen ile alınan arasındaki uçurum, aralık öylesine fazladır ki, ölçmeye kalktığınızda mesafeyi her türlü mesafe-ölçerin bu ölçme işinde başarısız olduğunu deneyimlersiniz zira mesafelerin atası ile, kendisinden bütün ölçülerin çıktığı kökendeki mesafe ile karşı karşıyasınızdır. Kapanmaz uzaklık ile, sınırsız yol ile. Tıpkı Tanrı fikrine bakıp, geri kalan her şeyin ondan çıkması gibi, bütün ölçüler bu ölçüsüzlükten çıkar. Bir insan ile bir Tanrıyı ölçemeyeceğiniz gibi, bir ölçerle de ruh ile madde arasındaki uzaklığı ölçemezsiniz. İşte Papini söz konusu olduğunda bu kökendeki mesafenin karanlığını, kapatılamazlığını, oraya dönüşün imkansızlığını okuruz. Çarpıcı, hüzünlendirici ve sarsıcıdır. Öylesine ince, bir o kadar şiddetli ve öylesine tutkuludur ki acısı, tüm ıstırabına rağmen o mesafeyi yazı ile kat etme isteği öylesine güçlüdür ki bizi hiçbir duraksama hissetmeksizin ardından sürükler: kendi çilelerimize, kaybolmuşluğumuza, kendimizi kandırmamıza kadar götürür bizi. Ve daha öteleri de vaat eder.



 
 “Leonardo”dergisinin editörleri: Assagioli, Papini (ortada) and Vailati.


Papini teker teker soyar insan ile dünya arasındaki maskeleri. Bize çıplak varoluşu ve istekleri içinde, kapatılmış, öldürülmüş, sürgün edilmiş ruhun tutkularını, günahlarını ve fokurdamalarını yazar. Metafizikçilerin, düşcülerin, başka-yaşamcıların gittiği yolları, sanrılarını, suçlarını ve cezalarını betimler. O, Kafka'nın Davası'nı ve Dostoyevski'nin Suç ve Cezası'nı yankılarken; Nietzsche'nin sesini kimi yerlerde ödünç almışken, bütün bu etkilere rağmen hepsinden farklı bir yöne doğru gider: Papini öfkelidir, isyankardır, huzursuzdur, dur durak bilmeyen ruhu yer beğenmez, zaman beğenmez, isteklerini amansızca dayatır. Büyük fikirlerin onu tesellisi de uzun süreli olmaz; çağların biriktirdiği bütün bilgilerin, bütün ansiklopedilerin, bütün filozofların onun ruhunu dindirmediği çok geçmeden anlaşılır. O ölümsüzlüğü arzulamaktadır; ölünce elde edilen ölümsüzlüğü. Ruhun zaferinin kendi yitişinden çıktığını sezmiştir. Ruh yitecektir ama yazı duracaktır, yazı dünyaya, bütün mesafelere meydan okumaya, onları delik deşik etmeye, onların altını kazmaya devam edecektir. 



 Fütüristler arasında Papini



O, tüm fikri, tüm tutkusu, tüm hayali içinde yaşamın tamamını, bütün geçmişi ve bütün geleceği talep etmektedir; o başka türlü bir yaşamı ve başka türlü yaşanması mümkün tüm geçmiş yaşamları istemektedir. Ve öyküleri ne gelir sabretmeye dayanır, ne de bir büyük fikrin şemsiyesi ya da büyük bir yaşama istenci altına girmeye: o, öykülerinden birisinde aktardığı gibi yaşamı öylesine çok istemektedir ki, ondan o kadar vazgeçemez ki, intihar ya da kendini öldürme fikirlerine nefretle bakar; ama bu yaşam öylesine huzursuz etmektedir ki ruhunu, ıstıraplarını dindirmenin yolunun daha çok yaşamak değil, her gün ölüme biraz daha yaklaşmış olduğumuz gerçeğini kabullenmekten ve bunu insanın bir gerçeği olarak kabul etmekten geçtiğini yazacaktır. Ama tüm diğer fikirler ve olgular gibi ölüm fikri bile Papini'nin ruhunu teskin etmez: O teselliyi yalnızca yazmakta, kör oluncaya kadar yazmakta bulacaktır. Ve bir körlüğün yakınlarında, öylesine bir görme sergiler ki, neredeyse bize sıradan görmenin bütün dünyayı kapattığı duygusunu verir; o körlüğün yakınlarında dünyanın tüm mesafelerini alır, görür; yeniden biçimlendirir ve bizim ile dünya, ruh ile madde arasında bacaklarını ve kollarını uçurumun iki tarafına uzatmışçasına durur: yazısını ruh ile madde arasındaki asma köprü yapar. Altından akan nehir ise hep coşkulu, hep heyecanlıdır. Nehir ruhtur ve hep oradan öylece akar gider; dünyada hiçbir şey gerçekten değişmemişken bile kendi yoluna gider. Ruhun ölümsüzlük yolu yazmaktır, yazıy-l-a akmaktır. Yazı bütün başka dünyaları içine çeker ve kendisi başka bir uçurum olur. Ruh ile dünya arasındaki uçuıruma meydan okur; bu meydan okumalarından belki de en güzelini bahşetmiştir bize Papini... Şimdi onun asma köprü olduğu yerde, yıkık bir köprü var belki de; çünkü o kimi politik nedenlerle yok sayıldı, görmezlikten gelindi ama onun ruh dediği akmaya, köpürmeye devam ediyor; bu ezeli ebedi ruhsal akış sürdüğü müddetçe de o asma köprü yeniden onarılacaktır. Bu imkanın kendisi onun yazılarında saklıdır, bizden asma köprüler olmamızı, ruhumuzu aramamızı, onu istememizi beklemektedir...




Meydan okuyan Papini'nin torunları olmak, onun yazılarını "okuyan" olmaktan geçiyor öncelikle. Düşsel Konçerto'nun ilk cildi bu meydan okumayı artık Türkçede yankılandırmaktadır... Onun meydanını, onun kitabını okuyun... Meydan ruhsuz uçurumlara ve uçurumların ruh-yoksulu zenginlerine kalmasın...

Volkan Çelebi - Monokl Atölye


20 Temmuz 2012 Cuma

Evet, bu riski alıyorum - Aşktan Bu Kadar, Tellier



  


 "...Kadın ya da erkek, aşktan bahsedilmesini istemeyenler ya da bundan böyle bu kadar aşk yeter diyenler bu kitaba hiç bulaşmasınlar."

   "Aşktan Bu Kadar" düşüncesini onaylayarak kitabı eline alan okuru gerçekten de kışkırtan bir son cümle ile bitiriyor önsözü, Hervé Le Tellier. Yazar, okurunu iyi tanımış olacak ki daha önsözde onu istediği kıvama getirmeyi başarıyor ve sessizce yanına çağırıyor, belli ki gizliden gizliye söylemek istediği bir şeyler var.

   Anna ve Louise, iki çocuk annesi, uzun süreli evlilikleri olan, modayı yakından takip eden, başarılı kariyerlerinin yanı sıra fiziksel özellikleriyle de dikkat çekmeyi başaran, iyi eğitim görmüş, orta yaşlarında iki güzel kadın. Anlayacağınız üzere oyunu kurallarına göre oynamışlar ve fazlasıyla kazanan tarafta olmayı becerebilmişler. Ayrıca es geçemeyeceğimiz benzerliklerinden biri de yahudi olmaları. Geçen uzun yıllar, aşklarını alıp götürse de yerine uzun birlikteliklerinin bir getirisi veya sağlayıcısı olan saygıyı koymuş. Anna'nın eşi Stan bir cerrah. Ailesine duyduğu sevgi yerinde kalsa da karısına uzun süredir farkına varmadan ilgisiz kalmış, keza aynı şeyi iyi bir popüler bilimci ve aynı zamanda Louise'in eşi olan Romaine'de de görüyoruz. Alışkanlıklarının tutsak edici huzuru içinde yok olurlarken evliliklerinin de, uğruna harcanan yıllara rağmen eski tadını yitirdiğini fark ediyoruz.
 
   "Hayatımın en güzel günü geçmişimde kalmış olabilir."




  
 Yazar, kitapta II. Dünya Savaşı'ndan günümüze yahudiliğin Fransız toplumundaki evrilişini ve sebep olduğu etkileri didikliyor. Aynı zamanda içlerinde her daim "yabancılık"  -aynı zamanda yazarın da kitapta ele aldığı konulardan biri-  barındıran Anna ve Louise'in yahudiliğinin varoluşlarında yarattığı melankolik izleri yokluyor. O içten içe harap eden yabancılık duygusunun yarattığı, bir türlü yerini dolduramadıkları o eksik parçayı, Anna, Yves adında bir yazarda, Louise ise psikanalisti Thomas'ta buluyor. Yves ve Thomas, iki ana karakter kadar birbirine benzemese de yine de aynı sorularla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Köklerini derinlere salmış bir evliliğin yıkıcısı mı, yoksa amaçlarını ve hayatlarının konumunu sorgulayan, aradığı tadı bir türlü bulamayan kadınların yeni bir hayata açılan kapıları mı olacaklar?

   "...Evet, bu riski alıyorum çünkü hatıra zaten her zaman risklerin en büyüğüyle karşı karşıyadır, unutulmakla, zira unutulmak hatıraların kaçınılmaz sonudur..."

   Karakterlerin göze batan sıradışı özellikleri yok. Bunun yanı sıra karakterler arasında ciddi benzerliklerin de olması, okurun kafasında klasik bir aşk romanı izlenimi doğmasına neden olabilir. Fakat roman gerek kurgusuyla gerek edebi oyunlarıyla bu izlenimi kolayca altüst etmeyi başarıyor. Başlıkları Abhaz Dominosu oyunundan esinlenilerek kurgulanan roman, her bölümünde okurun romanı farklı bir perspektifle yakalamasını sağlıyor. Yazar, modern hayatın sıradan kişiliklerini gayet doyurucu bir biçimde okuruna açıyor; hatta sıradışılıklarını ortaya çıkarıyor bile denebilir.

   "Gördün mü bu hikâye aynı ben. Hayalini kurduğum hiçbir şey aslında yok, gerçekten tam bir sinema."

   Kitapta sinema ve resim çok önemli bir yer ediniyor. Her bölüm bir sinema sahnesi tadında. Bazen karakterler kelimelere dökemedikleri hislerini bir resimle veya bir filmden örnekle açıklamaya çalışıyor. Bu sayede karakterlerle aynı zamanda dil ötesi bir bağ da kurmuş oluyoruz. Onların gözünden tabelaya bakıyoruz, konferansa katılıyoruz, mektup, davetiye veya bir roman okuyoruz. Gerçekten de kendinizi bir hayalin içinde bulmanıza neden olabilecek incelikte işlenilmiş bir roman "Aşktan Bu Kadar".

  

   Oulipo geleneğinden çıkma bu kitap olması gerektiği gibi size farklı bir edebiyat deneyimi sunuyor. Alışılmadık edebi tekniklerin kullanıldığı bu romanda alışılmış hallerinin dışına çıkmayı başaran karakterlerle aynı heyecanı tadıyorsunuz, yeri geldiğinde onlarla birlikte sorguluyorsunuz  hayatlarını, deneyimlerini... Onları yakalamanız çok uzun sürmüyor, aslında onlara yaklaştıkça bir bakıma yazarın ellerinde buluyorsunuz kendinizi, belki de kendi kucağınıza düşürüyor sizi yazar, kendi gerçekliğinizle yüzleştiriyor. 

   "...Kitaplar günler gibidirler. Birbirleri ardına gelirler ve her birinden bir şeyler öğreniriz."

   Bilimden felsefeye, edebiyattan sinemaya birçok bilgi, romanın tutarlı bütünlüğünün örülmesine göze batmayan bir katkı sağlıyor. Her ne kadar sıkılmış olsanız da hayatınızın monotonluğundan, sürekli tekrar eden benzer olaylardan, yazar size dair keşfedemediğiniz bir şeyler kalabileceğinden dem vuruyor. Kendini bıkkın ve kaybolmuş hisseden okurunun elinden tutuyor Hervé Le Tellier, okurun içini körüklediği merak duygusuyla birlikte önyargıların yerini öğrenme isteğiyle dolduruyor. 

   Nereye gideceğimizi bilmedikten sonra hangi yolu seçtiğimizin ne önemi var! Aşktan konuşalım ne çıkar...

   Mehmet Rasim Emirosmanoğlu'nun kitabın orijinal dilinin oyunlarını ve havasını yakalayan güzel bir Türkçe'yle çevirdiği bu baştan çıkarıcı kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Atakan Karaduman - Monokl Atölye

Edebiyata yeni labirentler - Aşktan Bu Kadar



‘Mono kurgusuz labirent’ edebiyata yepyeni labirentler getiren Oulipo akımının önemli temsilcilerinden Hervѐ Le Tellier’in ikinci kitabını yayınladı. Yazarın, Türkçeye yapıtları ilk defa Monokl Yayınları tarafından çevrilmiştir.  Çevrilen ilk kitabı olan ‘Bar Sonatları’nın ardından, yazar  ‘Aşktan bu kadar’ adlı romanıyla, sıradan aşk romanı anlayışımıza yeni bir yaklaşım getiriyor. Aşktan bahseden bir romanda karşılaşmayı beklemediğimiz bilimsel meselelere ve dilin yapısına ilişkin birçok konuya değinen yazar,  içinde bulunduğu edebiyat yaklaşımının etkisini büyük oranda taşıyan romanı okuyucuya bir oyun kurgusundan hareketle sunar. 





Altı ana karakter üzerinden şekillenen roman, karakterlerin birbirleriyle ilişkilerini anlatan bölümlere ayrılmıştır. Yazarın anlatımında böyle bir yöntemi kullanmasının sebebi, kişiler arasındaki ilişkiler ile Abhaza Dominosu’nun oynanma biçimi arasında benzerlik kurmasıdır. Roman kahramanlarının, hayatlarının birbiri içine sızan tesadüfler üzerinden şekillenmesi kitapta sözü geçen oyun kurgusuna paralel bir şekilde ilerler. Aşktan bahsetmenin ve insanlar arasındaki duygu geçişlerinin gerçekçi ve dengeli bir biçimde ifade edildiği ‘ Aşktan Bu Kadar’ sıradan olmayan fakat olası bu yaşamları bize açık bir üslup ile yansıtmıştır.  Anna Stein ve Louise Blum’un, hayatın başka renklerini keşfetmeye kayıtsız kalamamaları, Yves  Janvier ve Thomas Le Gall’ın aşkı cesaretle kucaklamaları, Stan’in, cesaretini bir park bankında unutması ve Romain Vidal’in, hayatının olağan seyrinin bozulması, onları çok başka noktalara sürükler. Roman kahramanları, değişen duygular ve hayatlar içinde, çelişkilerin ve beklentilerin havuzunda boğulmadan yüzmeye çalışırlar ve biz buna yalnızca seyirci kalamayız. 






Aşkın beklenmedik koşullarda, aniden yaşama sızması, yıllardır sorgulamadan yaşadıkları ilişkilerini düşünmeye iter kahramanları. Klasik bir aşk romanında her daim karşımıza çıkma olasılığı yüksek olan; beklenti, hayal kırıklığı, cesaret ve cesaretsizlik bu romanın sayfalarında da bize eşlik eder. Sözcükler birbirini kovalamaya başladıkça, çoktan başlamış bir yarışa geç kaldığımız hissi uyanır çoğu zaman fakat Tellier romanında usulca, edebi kaygı gözetmeden bizi bu yarışa davet eder. İçinden aşk geçmiş bir romanın, belli klişelerden kurtulamadığını düşünmeden edemeyiz, fakat ‘Aşktan bu kadar’ bize ne masallardaki ne de efsanelerdeki gibi bir aşkı anlatır burada anlatılan aşkın yalın halidir. Bu romanda yeterince aşktan bahsedilir ama yalnızca aşktan bahsedilmez. Bir hastalık hakkında ince ayrıntılarına kadar bilgi alır, bir sözcüğün derinlemesine incelenmesini izleriz.

Roman boyunca birbirine yabancı insanların aralarındaki duygusal geçişlere tanık oluruz.  Bu durum Aşkın bilinmeyende kurulduğunu dile getir. Kahramanlardan Yves’in ‘ yabancı’ kelimesini bir konferansta incelemesi sırasında söylediği: ‘ Hayatımdaki tüm kadınlar, hayatımdaki tüm kadınlar olmadan önce birer yabancıydılar.’ Cümlesi romanın bütününe bakıldığında yaşanan aşkların bir keşfetme ve merak sonucu şekillendiğini bize gösterir. Aşkı belli bir ortaklığın ya da benzerliğin farkındalığı gibi düşünmeye alışık olsak da göz ardı ettiğimiz ötekine ve bizden başka olana duyduğumuz merak bu duygunun şekillenemesin de önemli bir noktadır. Roman bizde bu duyguyu kahramanlar aracılığıyla yeniden kurar.




Türkçede örneklerine pek sık rastlamadığımız bu biçem, edebiyatın faklı alanlar ile ilişkiye girmesine sebep olduğundan okuyucuda farklı duygular uyandıracaktır. Aşkın bunaltısını ve yaşamın bulantısını hissedeceğimiz bu roman uykuda bekleyen duygularımıza inceden seslenecektir. Yazarın söylediği gibi “ Kadın ya da erkek, aşktan bahsedilmesini istemeyenler ya da bundan böyle ‘aşktan bu kadar’ diyenler bu kitaba hiç bulaşmasınlar” 


Sevil Tanışan - Monokl Atölye

GIOVANNI PAPINI - DÜŞSEL KONÇERTO CİLT I


GIOVANNI PAPINI - DÜŞSEL KONÇERTO CİLT I

İtalyancadan Çeviren: Sinem Carnabuci


Arka Kapak Yazısı

Okur-kişi, sen kim olursan ol, şu anda burada seninle yüz yüze olmak, gözlerimi gözlerine dikmek, ellerini sıkmak ve sana alçak sesle: “Yaşadığına inanıyor musun? Gerçekten, derinlemesine, yoğun yaşadığına? Bu hayatın sana, gençliğin ateşli gecelerinde belki hayalini kurduğun kadar güzel ve büyük görünüyor mu?’’ demek isterdim.

Ve daha da alçak sesle, yavaşça, sana sormak isterdim: Gençliğin var mıydı? Derinliklerinde, kanında bir şeylerin mayalandığını, kaynadığını, kıpırdandığını, heyecanlandığını; dışarı çıkmak, taşmak, dünyayı bir alev gölü misali sular altında bırakmak istediğini içinde hissettin mi? Birkaç saatlik heyecandan, zalim bir günbatımından, bir şairin dizelerinden sonra sen hissettin mi; şahsen sen kendinin ilk kişi, hayatın kaşifi, dünyanın kaşifi olduğunu hiç hissettin mi? Ve bu yaşam sana zavallı, bu dünya sana küçük görünmedi mi? Yaşam aşkına ölümü arzulamadın mı? Uzak gökyüzünün önünde Büyük İskender’in hırsını tatmadın mı?
*

Öyleyse bana aşık olunmasını sağlayabilecek ne var benim içimde?


 Yazar Hakkında


Giovanni Papini (1881-1956)
 

Giovanni Papini, özellikle babasının dinsizlikle kurduğu ilişkinin gölgesinde doğdu. Hoyrat, yalnız ve içe-dönük bir çocukluğun ardından yaşam boyu sürdüreceği isyankar ve mücadeleci tavra büründü. Dinin tüm biçimlerine, kiliseye bağlılığa ve kulluğun her türüne karşı büyük bir hoşnutsuzluk sergiledi.
Ölene dek bütün kültürleri içerecek bir ansiklopedi yazma fikrine takıntılı kaldı. 1903’te Giuseppe Prezzolini ile birlikte Il Leonardo dergisini kurdu ve aynı yıl Enciro Corradi’nin grubuna Il Regno’nun eş-editörü olarak katıldı. Aynı yıllarda ardı ardına öyküler yayımlamaya başladı. Öykü kitaplarını takiben Kant, Hegel, Comte, Spencer, Nietzsche ile düşüncenin yok oluşu üzerine etkili bir polemiğe girişti. Fütürizm ile de yakın bağlar kuran Papini, zamanının isyankar ve özgürlükçü edebiyat gruplarıyla da her zaman ilişki içinde oldu. Sonraları başka dergilerin kuruluşlarında da yer aldı. 1912’de öykülerinin yanı sıra en iyi bilinen yapıtı olan Un uomo finito’yu (Bitik Adam) yayımladı. 1921’de yeni-den bulduğunu ilan ettiği Katolizme döndü ve İsa’nın Yaşamı’nı yayımladı. Faşizmle kurduğu yakın ilişki nedeniyle sert eleştirilere ve istemli bir unutturmaya konu olmuştur.
Papini tüm hayatını, derin, ince ve trajik bir karanlık, huzursuzluk içerisinde ruh ve madde, doğa ve insan arasındaki uyumu bulmaya adamıştır.

*

Ona düzyazının Dante’si demişler, onu İtalya’nın Poe’su olarak çağırmışlardır...


 

HERVE LE TELLIER - AŞKTAN BU KADAR



HERVE LE TELLIER

 AŞKTAN BU KADAR

  Fransızcadan Çeviren: Mehmet Rasim Emirosmanoğlu


ARKA KAPAK YAZISI


Senin dahil olmadığın seninle ilgili hatıralarım da var benim, onları bilmene olanak yok tabii. Öylesine içimdesin ki, fiziksel yokluğun neredeyse hissedilmiyor. Bu senin, sahilimde bıraktığın ayak izin, varlığının bana bağışladığı sessiz melodin. Sadece seni düşünüyorum. Bir önceki gün seni ilk defa kollarıma aldım ve beni o an istila ettin. Seni anlatan cümleler geliyor aklıma, not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye göre Şostakoviç’in kafatasına saplanan bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli bir şekilde eğerse onun müzik duymasını sağlarmış. Sen benim Şostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçamsın. Şostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçası güzel bir roman adı olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel roman adıyla doludur.



 Yazar Hakkında




Hervé Le Tellier

1957 doğumlu olan Hervé Le Tellier uluslararası avangard edebiyat grubu Oulipo’nun etkili bir üyesidir. Oulipo’nun en önemli figürleri sayılan Raymond Queneau, Georges Perec, Italio Calvino, Jacques Roubaud, Jean Lescure ve Harry Mathews gibi yazarlarla yazınsal uzamda kalıcı bağlar sergilemiştir.  Bilim gazetecisi olan Tellier’in edebiyat alanında dikkatleri çektiği yapıtı Les amnésiques n’ont rien vécu d’inoubliable “Je pense que” (Düşünüyorum ki) bin kısa cümleden oluşmaktadır. Le voleur de nostalgie (Nostalji Hırsızı) adlı yapıtını Calvino’ya adamıştır. 2002’den beri Le Monde gazetesinde cam kağıt adlı bir köşede yazmaktadır. Başlıca yapıtları arasında Les amnésiques n’ont rien vécu d’inoubliable (Amnezikler unutulmaz hiçbir şey yaşamamıştır), Cités de mémoire (Anı Şehirleri), La chapelle Sextine (Sextine Şapeli), Je m’attache très facilement (Çok kolay bağlanıyorum) gösterilebilir.

Yazarın Monokl’daki Diğer Kitapları:

Bar Sonatları (2011 Aralık)


Çevirmenin Son Sözü:


Yeterince aşktan bahsedilmiş bir kitabı çevirirken yeterince kitaptan bahsetmemiş olma ihtimalimize karşılık kitaptaki kurgusal bazı detaylar ve çeviride karşılaştığım zorluklar hakkında bir son söz yazmak gerekir diye düşündüm. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Hervé Le Tellier’nin bu kitabı bir Oulipo kitabıdır. Açılımı Ouvroir de Littérature Potentielle, yani Gizil Edebiyat İşliği olan bu edebi akıma, Georges Perec, Raymond Queneau, İtalo Calvino vb. yazarları okuyanlar aşinadır kuşkusuz. Bu akım kimi zaman Georges Perec’in Kayboluş’unda “e” harfinin yoksunluğu şeklinde, kimi zaman Raymond Queneau’nun Zazie Metroda kitabındaki neolojist bir prensiple, kimi zaman da İtalo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabındaki iç içe geçmiş öyküler kurgusuyla karşımıza çıkar. Bu kitapta “e” harfinin olmamasına benzer harf oyunları yoktur ama başka türlü Oulipo oyunları söz konusudur. Aslında kitaptaki Oulipo kurgusu okuyucuya kitap içinden aktarılmaktadır: anlaşılacağı üzere, yazar, kitabın başkahramanlarından Yves Janvier, yazdığı Abhaz Dominoları kitabını Anna’ya anlatırken aslında “aşktan bu kadar”dan, elinizdeki yapıttan bahsetmektedir. Tıpkı Yves Janvier gibi Hervé Le Tellier de kitabının başlıklarını bir Abhaz Dominosu oyununa göre kurgulamıştır. Kitabın altı ana karakterinin her biri domino taşındaki sayılardan birine karşılık düşerken, yardımcı karakterler ise dominodaki boşlukla, yani sıfırla karşılık bulmuştur. Dolayısıyla kitabın bölümlerini temsil eden isimler de oynanan domino taşındaki rakamlara göre şekillenmiştir. Bu kitabı çevirmek gerçekten ilginç bir deneyimdi. Bir aşk romanında alışılageldiği üzere aşk dolu cümleler vardı, ama o cümlelerin bazıları matematik terimleri içeriyordu. Ayrıca kitabın içine serpiştirilmiş, beni bir hayli uğraştıran dil genetiği, göz hastalıkları vb. uzmanlık alanları için (varolmayan) bir çeviri ofisine danışmak gerekiyordu.
Kitaptaki bilimsel ve matematiksel başvurular, edebiyata uyarlanmış teknik ifadeler, dipnotlarla kısmen verilmeye çalışıldı. Bunca terimin, metinler arası göndermenin, İngilizce, Almanca, İtalyanca cümlenin, film, tablo, şarkı adları ve sanatçılarının adlarının geçtiği yoğun bir “bilimsel aşk romanının” hazmı için bu dipnotlar zorunluydu. Son olarak kitapta geçen ve çevirisi hayli zorlu şiirlerden bahsetmek gerekiyor. Özellikle kitabın finalindeki beş üçlük ve bir dörtlükten oluşan villanelle oldukça zorlayıcıydı. Villanelle Türkiye’de çok da bilinmeyen –tıpkı Oulipo akımının kendisi gibi– bir şiir biçimi. İki uyağı var. Hem uyağa hem de anlama sadık kalabilmek için epey uğraşmak gerekti. Çünkü boş sayfada tek cümle olarak görülen şiirin son cümlesinde kitabın adı yer alıyordu ve yazar bu şiire önemli bir rol biçmişti... 

 Gizil başka edebiyat işliklerinin açığa vurulabileceği başka deneyimlere kapı aralayacağı için ve elbette aşk için dikkat kesilmeli bu yapıta...
   
 


HOWARD - BOBIN - VILLALOBOS

1- ROBERT E. HOWARD - ALMURIC 

[BAŞKA DÜNYALAR SERİSİ'NDEN]



 





Arka Kapak Yazısı

Kendisini bekleyen kesin ölümle yüzleşmektense uzayda bir uçuş riskine girmesi için onu teşvik ettim. Ve kabul etti. Evrende insan hayatını destekleyecek hiçbir yer yoktu. Ama insanın bildiklerinin ötesine, evrenlerin ötesindeki evrenlere bakmıştım. Ve üzerinde bir insanın varlığını sürdürebileceği tek gezegeni seçtim – isimlendirdiğim yabani, ilkel ve garip gezegen: "Almuric". Cairn riskleri ve belirsizlikleri benim kadar iyi anlıyordu. Ama hiç korkusu yoktu ve Esau Cairn doğduğu gezegeni terk ederek uzayın derinlerinde yüzen, yabancı, soğuk, garip bir dünyaya gitti...


*

 Hayatım boş değildi; zeka ve fiziksel gücün her bir zerresine ihtiyaç duyan maceralarla doluydu. Şafakla beraber seçilmiş yuvamdan aşağı sallandığımda, güneşin batışını sadece kişisel becerim, gücüm ve hızım sayesinde görebileceğimi biliyordum. Dalgalanan her bir çimenin, her bir maskeleyici çalının, her bir yüksek kayanın anlamını okumayı öğrenmiştim. Her salkımda, Ölüm bin bir kılıkta gizleniyordu. Uykuda bile tedbiri elden bırakamıyordum. Gece gözlerimi kapattığımda, sabah açacağımın garantisi yoktu. Tümüyle canlıydım. Bu cümlenin anlamı göründüğünden de fazla. Ortalama bir medeni insan asla tamamen canlı değildir; körelmiş doku kütleleri ve faydasız şeylerin yüklerini çekmektedir. Hayat içinde zayıfça titreşmektedir; duyuları körleşmiş ve uyuşmuştur. Zekasını geliştirirken fark ettiğinden daha fazlasını feda etmiştir.
 

2- CHRISTIAN BOBIN - EKSİK PARÇA

[ANLATI]

 

 

 

 

Arka Kapak Yazısı

Bir ağaç pencereye dayar yaprak dolu omzunu. Bu arınmış ve güçlü bir ağaçtır. Gökyüzünün içinde güçle yükselir. Günü karartır, düşünceyi kör eder... Bir ağaç, görmek için yeterlidir. Uzun bir hastalıktan sonra yürümeyi öğrendiğin gibi öğrenirsin görmeyi: Adım, bir adım daha. Adım adım, düş düş... Çoğu kez, uykuya dalmadan önce, yıldız basmış bir gecede bir kestane ağacını düşünürsünüz. Onun gölgesinde yazarsınız. Sayfanın üstüne düşen gölgesinde öğrenirsiniz aslolanı: Güzellik, güç, ölüm... Çocukluk kökünden sökülemez. Her şeyi terk edebilirsiniz. Her şeyden uzaklaşabilirsiniz, bu ağaç dışında. Yaşamımızı aydınlatan şey, söylenebilen ya da tutulabilenden başkası değildir. Bu söylenen, susar. Bu tutulan, kaybolur. Bir avuç berrak su kadar bir hakimiyetimiz yok yaşamımız üzerinde. Elimizden kaçıp kurtulan ve bizim aşkımızla beslenenden başka bir şeye sahip değiliz: Düşte bir ağaç, sessizlikte bir yüz, gökyüzünde bir ışık. Gerisi hiç. Gerisi, öfkeli günlerde, çeki düzen verilen saatlerde atılan her şey.

Fırlatıp atanlar var. Saklayanlar var. Evlerini düzenli olarak talan edenler var ya da onu, bir aşkın en gizli köşesi olan bir anıya çevirenler... Ve saklayanlar vardır. Bir çekmecede biriktirirler, bir sözde, bir aşkta biriktirirler. Hiçbir şey kaybetmezler. Ne yazık ki, saklarlar. Atanlar da saklayanlar da biricik nesne önünde, tüm şeylerin yerini tutacak şey önünde eşittir. Atıp kurtulanlar da, boşuna dolduranlar da. Hiçbir durumda atılmayan bir şey vardır. Bu ille de bir nesne değildir. Bu belki bir ışık, bir bekleyiş, tek bir isimdir. Belki duvarın üzerinde bir lekedir, penceredeki bir ağaç ya da günün özel bir saatidir. Nedensizce, ihtiyaç duyulmadan aşık olunan bir şeydir. Geçip giden ya da duran bir şeye duyulan sessiz sadakattir. Suskun ve durgun bir aşktır: Ruhun derinlerine bir çukurun dibine çöker gibi çöker. Oraya ışıktan bir hiç, mavi gökten bir toz zerresi bırakır. Bu bir kitapla, garip bir bardak ya da müzikle de yaşanabilir. Dünyanın ya da ruhun herhangi bir parçasıyla da yaşanabilir. Ve bu size eşlik eder. Zaman geçer, kalp yorulur. Bu şey vardır –bu yapraklar, bu berraklık, bu isim. Zaman zaman bu şeyi gerektiği gibi düşünürsünüz, onun talep ettiği gibi: ayrı ve sessiz. Ve bu şeyin eskimediğini görürsünüz, değişmediğini. Onu seçtiğiniz ilk günkü gibi parlar. Ve seçtiğiniz bu nesne, sadece orada durarak sizi aydınlatır ve korur. Önem verdiğiniz, üzerine titrediğiniz nedir. Kendi kendinize söylersiniz: önem verdiğim nedir. Bir hayat neye bağlanır, neye önem verir, benimki, tüm bir hayat, herhangi biri. Hiçlere. Üç kez hiç olan şeylere bağlanır. Peki bu şey neye yarar. Önce hiçbir şeye. Hayattaki tüm şeylerin ölümcül yararlarından korunmuştur. İşe yaramazlığıyla parlar. Eksikleri fazladır. Hiçbir şeye yaramayan, bir çok şeye yarar. Dünyanın ya da ruhun ya da hiçbir zaman erişilmemiş güzelliğin yerini alır. Her şeyin yerini alır. Bu şeyin dışında her şeyi terk edebilirsiniz. Hayatta hiçbir zaman sönmeyecek bu bahar göğünün, bu ismin dışında her şeyi. Bu hiçbir şeyin bilmecesidir. Bu bir çocukluk gizemidir….

 

3- JUAN PABLO VILLALOBOS

[ROMAN]

 


Arka Kapak Yazısı


Juan Pablo Villalobos’un ilk romanı Tavşan Deliğinde Fiesta aralarında İngilizce, Almanca, Fransızca ve Portekizcenin bulunduğu birçok dile çevrildi. Bu kısa ama çarpıcı roman, karakterlerini Meksika başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde gittikçe yaygınlaşan uyuşturucu tacirlerinin ve yolsuzluk hikâyelerinin anlatıldığı popüler tür “narkoedebiyat”tan ödünç alıyor. Ama onları eski kıtayla yeni kıtayı birbirine bağlayan zengin edebiyat mirasının ortasına yerleştiriyor.
Hikâyeyi bir çocuktan, Meksika’nın en büyük uyuşturucu tacirlerinden birinin oğlu Tochtli’nin ağzından dinliyoruz. Tochtli’nin tanıdığı insan sayısı on dört ya da on beş, bir sürü ölü de tanıyor, ama ölüler sayılmaz.  Hayatta en çok istediği şey bir Liberyalı cüce suaygırına sahip olmak. Dünyanın her köşesinden gelen şapkaların bulunduğu devasa bir şapka koleksiyonu var. Yatmadan önce mutlaka sözlük okuyor, şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor. Yaşadığı sarayın ya da deliğin dışındaki dünyayı özel öğretmeninin anlattığı kadarıyla biliyor.

*

Soru-cevap oyunu. Biri sözle vücudun belli bir yerine belli sayıda kurşun sıkıyor, ötekiyse cevap veriyor: canlı, ceset ya da henüz belli değil.
– Kalbe bir kurşun.
– Ceset.
– Sol ayağın küçük parmağının tırnağına otuz kurşun.
– Canlı.
– Pankreasa üç kurşun.

 

 

19 Temmuz 2012 Perşembe

Papini - Düşsel Konçerto, Cilt I

Papini, Düşsel Konçerto Cilt I'den


İmparator Olamamış Adam Öyküsü'nden Bir Parça





Okur-kişi, sen kim olursan ol, şu anda burada seninle yüz yüze olmak, gözlerimi gözlerine dikmek, ellerini sıkmak ve sana alçak sesle: “Yaşadığına inanıyor musun? Gerçekten, derinlemesine, yoğun yaşadığına? Bu hayatın sana, gençliğin ateşli gecelerinde belki hayalini kurduğun kadar güzel ve büyük görünüyor mu?’’ demek isterdim.
Ve daha da alçak sesle, yavaşça, sana sormak isterdim: Gençliğin var mıydı? Derinliklerinde, kanında bir şeylerin mayalandığını, kaynadığını, kıpırdandığını, heyecanlandığını; dışarı çıkmak, taşmak, dünyayı bir alev gölü misali sular altında bırakmak istediğini içinde hissettin mi? Birkaç saatlik heyecandan, zalim bir günbatımından, bir şairin dizelerinden sonra sen hissettin mi; şahsen sen kendinin ilk kişi, hayatın kaşifi, dünyanın kaşifi olduğunu hiç hissettin mi? Ve bu yaşam sana zavallı, bu dünya sana küçük görünmedi mi? Yaşam aşkına ölümü arzulamadın mı? Uzak gökyüzünün önünde Büyük İskender’in hırsını tatmadın mı?

...




  ...
    
Bir gün bir adam ayakkabılarını bağlamış, bir pelerine sarınmış, evden çıkmış ve dünyayı ele geçirmek için Doğu memleketlerine doğru gitmiş. Büyük düşünceler ile doluymuş. Yüreği, büyük dünyadan daha da büyükmüş. Öyle büyük bir krallık istila edeceğim ki, ulakların saçları, mesajlarımı ulaştırmak için sınırlara varmadan aklaşacak; öyle devasa bir hazine ele geçireceğim ki, bir gün, eğer istersem, bir gölü bir sürü altın parayla doldurabileceğim, diye düşünürmüş. Deniz rengi çatılarda beyaz kadınların keyfine varacağım, bakışımın ateşiyle dağlardaki korkunç düşmanları güçsüz bırakacağım. Bugün küçük ve fakir bir adamım ve beni salt bir pelerin örtüyor, fakat benim düşüncelerim harikulade ve varolan her şeyin efendisi, yaşayan her şeyin patronu olmak istiyorum.
Bu adam bir şehre gitmiş, kral olmak ve büyük bir krallık kurmak için erkekleri savaşa götürmek istediğini açıkladığında etrafındaki herkes gülmüş. O zaman, güç sahibi olduğunda o şehri cezalandıracağını düşünmüş ve başına aynı şeyin geldiği başka bir şehre doğru yola çıkmış. Böylece bütün dünyayı gezmiş ve her memlekette ona gülmüşler ve onu çılgın bir dilenci zannederek ona sadaka vermişler.
Nihayet bir gün kendini tekrar evinin önünde bulmuş. Hiçbir şey değişmemiş: Sadece sandaletleri eskimiş, pelerini farklı yerlerinden yırtılmış ve saçları beyazlaşmış. Eve girmiş ve düşünmüş: “Kimse beni takip etmek istemedi. Bir orduyu savaş alanına götürecek gücüm olmadı. Bir tane bile hazine ele geçiremedim. Görünüşe göre asla dünyanın efendisi olmayacağım.’’ Böylece kendi bahtını düşünmeye yatmış ve birkaç gün boyunca çok hüzünlüymüş. Fakat bir sabah –marttı ve ilk sarı çiçekler çoktan çimenliklerde büyüyorlardı– gururla doğrulmuş ve kendi kendine, nihayet yazgımı anladım demiş. Dünyanın efendiliğini ele geçirmeye giderken körmüşüm. Öyle olduğunu sandığım asıl, gerçek, ulu dünya değil, görünümlerin, hislerin, hilenin dünyasıymış. Sığırtmacın ve pazarcının dünyası. Gerçek dünya sadece düşüncede keşfedilir, kendi benliğimde ve ben istediğim zaman onun efendisi olabilirim, yeter ki onu kendi içimde, en derinlerimde arayayım. Böylece ak saçlı adam, yanan bir lambayla asıl, gerçek, kusursuz dünyayı aramaya koyulmuş. Ve o adam –bunu iyi hatırla!– bütün şairlerin babası, bütün metafizikçilerin babası, bütün hayalperestlerin babasıydı. O, gerçek dünyadan bir parçacığa sahip olmadıkları için her gün nefesten, üstübeçten, kilden yüz küçük dünya üretenlerin hanedanlığını kurdu. Ve benle sen –okur-kişi– ve bütün yoldaşlarımız, imparator olamamış adamın son torunlarıyız.

Tellier - Aşktan Bu Kadar



AŞKTAN BU KADAR'DAN PARÇALAR

HERVE LE TELLIER




Senin dahil olmadığın seninle ilgili hatıralarım da var benim, onları bilmene olanak yok tabii. Öylesine içimdesin ki, fiziksel yokluğun neredeyse hissedilmiyor. Bu senin, sahilimde bıraktığın ayak izin, varlığının bana bağışladığı sessiz melodin. Bu hatıralardan birinde, bir manastırın kemer altında yürüyorum, Roman tarzında kubbeli tavan beni yağmurdan koruyor. Taş basamaklara oturuyorum, etrafımdan ayak sesleri, konuşmalar, çocuk bağırışları duyuluyor. Sadece seni düşünüyorum. Bir önceki gün seni ilk defa kollarıma aldım ve beni o an istila ettin. Seni anlatan cümleler geliyor aklıma, not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye göre Şostakoviç’in kafatasına saplanan bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli bir şekilde eğerse onun müzik duymasını sağlarmış. Sen benim Şostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçamsın. Şostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçası güzel bir roman adı olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel roman adıyla doludur.




İki dakika daha diyorsun. Bir kez daha, bir daha görüşmemek üzere birbirimizi terk etmiştik. Sonra telefonum çaldı, sendin, konuştuk, kuşkusuz birbirimizin sesini son bir kez daha duyabilmek için. Kapatmak üzereydim ki “İki dakika daha.” dedin. Pekala, iki dakika daha. Konuşmuyorum, sen de konuşmuyorsun, arada sırada nefesini duyuyorum sadece. Neredeyse hiçbir söz söylenmiyor ama nefes alışverişin beni allak bullak ediyor. Zaman akıyor, cadde boyunca yürüyorum, daireme geliyorum, içeri giriyorum ama holde sırtımı duvara yaslayıp öylece bekliyorum. Hala sükûneti koruyoruz, uzunca bir süre. Hiç şüphem yok ki sen de benim gibi bu beraber olduğumuz anın sessizliğini dolduruyorsun ruhuna, ileride beraber olamayacağımız daha uzun sessizlikleri sezinleyerek.





Kaçıncı kez laf ölüme geliyor bilmiyorum ama bir anda “Eğer ölümcül bir hastalığım olsaydı, misal kanser olsaydım sanırım hiç tereddüt etmez, gelir, kalan ömrümü seninle geçirirdim.” diyorsun. Muhtemelen söylediğine canım sıkılıyor ve Woody Allen’dan bir alıntı yapıyorum: “Hayat ölümcül bir hastalıktır.” Sen o sırada arabayı park ediyorsun ama ben hala söylediklerinin etkisinden çıkabilmiş değilim.
Söylediğin cümlenin nereye vardığını anlamaya gayret ediyorum. Burada vurgu yaptığın nokta durumun aciliyeti değil, her zaman yüzleşmemiz gereken gerçekler daha çok. Sonra birden söylediğin cümlenin derinlerinde saklı başka bir anlamını daha keşfediyorum: Benimle olursan, aldatıcı bir ölümsüzlüğün sükûnetini arkanda bırakacaksın, günlerin hesabının yapılmadığı dünyandan kaç gün süreceği belirsiz bir yaşama adım atacaksın. Zamanın su gibi aktığı bu yeni dünyanda hastalık er ya da geç yakana yapışacak. Sana sunduğum şeyi şimdi anlıyorum, korku.